Bu baharın son papatyaları da soldu.

Baharın sona erdiğini ve narin güzelliklerin geçiciliğini sembolleştiriyor benim için. Sonuçta geçicilik hayatın önemli bir sabiti. Birçok şey değişirken, yerine gelen olgunun geçici olması bir mutlak. Papatyaların bana gösterdiği ise yaşamı sürerken biraz daha gülümsemek için bu değişimleri geçme zamanları gelmeden yakalamakta gerektiğidir.
Yoksa yaşamın ne kadarı insanın kendisinin kontrolünde oluyor ki? Eğer istediğim bir şeyi o an sadece isteyerek kalıp onu hayatımın içine bir şekilde dahil etmeyeceksem, olgu benim ve hayatımın ne kadar bir parçası olabilir ki? Ona ulaşmaya çalışmazsam sadece zaman geçerken aynı dakikaların içerisinde var olmuş ama aramızdaki duvarı yıkıp birbirimize ulaşamamış oluruz.
İnsan varlığı ise zamanla sürekli bir yarış içerisinde olduğu için bu duvarları bir kez daha yıkma şansını elde edememe ihtimali var. Dolayısıyla üstüne gitmeli, duvarları yıkmalı insan. Çiçekler sonraki bahar da açabilir ama zaman bana izin vermeyebilir. Ya da zaman bana izin verebilir ama zarlar bir kez daha aynı rakamlar gelmeyebilir.
Bir zamanlar rüzgarların eskiden söylenen sözleri geri getirebildiğini, bu yüzden de yalnız kaldığında rüzgarı dinlediğini söyleyen birisiyle karşılaşmıştım. Dediğine göre, rüzgar ona çok uzak diyarlarda söylenmiş sözleri getirirdi, o ise dinler, artık bir kez daha duyamayacağı sesleri rüzgarın ona getireceğini umardı.
Bu onun hikayesi.
“Papatyalar açmış!” diye heyecanla seslenmiştim boş alanda. Uzaktan yeşiller arasındaki sarı-beyaz renkleriyle rüzgara karşı usulca sallanıyorlardı. En büyük taç yapraklı olanını bulup, yavaşça kopardım. Çocukluğumdan kalma alışkanlıkla önce sarı kısmını başparmağımla nazikçe ovaladım sonra da hafifçe kokladım. Yanımda hafifçe dalgalanan tuzlu denizin kokusu gibi, bu baharın papatyalarının kokusu da uzun yıllardır değişmemişti.
Kafamı çantama eğip ezberlediğim yoldan sahil kenarındaki banka doğru yavaşça yürümeye karar kıldım. Bulunduğum yerden banka ulaşmam 54 adım sürerdi, ya da 55. Hatta 25. adımda karşılaşacağım çöp kovasının yanındaki ufak çukur yine su dolduysa orayı tek zıplayışta geçerdim, bu da mesafeyi 53 adıma düşerdi.
Banka doğru yürürken “Nerede şu defter?” diyerek derisi aşınmış küçük kırmızı not defterimi bulmaya çalıştım. Çantanın derinliklerinde, kameranın, kitapların ve birçok ıvır zıvırın arasından defteri bulup çıkardım. Defteri açıp notlarım üzerinden geçerken ayağımın suya grime sesiyle irkildim. Islak ayakkabıma baktım, dalgınlığıma kızarak notlarıma göz gezdirerek saymaya devam ettim; yirmi altı, yirmi yedi…
Bank genelde boş olurdu. Buralarda gezen insanlar bu eski banka oturmayı pek sevmezlerdi çünkü denizi tam görmezdi ve solunda da aşırı büyümüş bir çalı vardı. Bazen çocuklar saklambaç oynarken oraya gizlenmeye gelirlerdi o kadar. Ben ise sırf bu yüzden severdim. Kendi kendime konuşurken, gülerken yada kızarken insanların bana garip gözlerle bakmadığı yerlerden biriydi.
Ama bank bu sefer boş değildi. İnce yapılı, henüz otuzlarının başında bir adam banka oturmuş, bir kısmı öndeki ufak duvar yüzünden gözükmeyen açık mavi denize doğru bakıyordu. Geldiğimi fark edip etmediğinden emin değildim. Kaygısızca ona doğru baktım ve bankta birini bulduğumda yaptığım gibi yavaşça çalıya yakın olan kısma oturdum. Defteri kucağımda açıp boş bir sayfa açtım. Çiçeği bir bantla bu defterin içine yapıştıracak bir de tarih atacaktım. Onu üç boyutlu göreceğim son şansım bu olacağı için çiçeği havaya doğru kaldırdım ve çevirdim.
O an gözüm yanımda oturan adama kaydı. Ona bakarak durakladığımda havayı dolduran rüzgar ve deniz sesini artık biraz değiştirmemin zamanı gelmiştir diye düşündüm. Sonuçta bu bankta kimse olmadığında kendi kendime konuşur, güler bazen de kızardım. Burada harcadığım vakitlerin bir parçası da insan sesiydi:
“Bu baharın ilk papatyaları açmış.” dedim, biraz kendi kendime biraz da yanımda oturan yabancıya doğru. Elimde papatyayı biraz çevirdim.
Tepki vermemesine hem şaşırmış, hem de az çok içerlenmiştim.
“Açtıkları zaman bu parka gelir, en güzellerinden bir tanesini koparır ve defterime yapıştırırım.” dedim. “Uzun zamandır yapıyorum bunu. Bak!” deyip defterimin sayfalarını kucağımda yavaşça çevirdim. Geçen senenin papatyasının olduğu sayfayı açtım. “Bunu geçen sene koparmıştım. 17 Nisan’da. Bundan bir yıl 10 gün önce.”
İlgisini hala çekebilmiş değildim. Sayfaları geriye doğru çevirmeye devam ettim. Bir yaprağa denk gelmiştim:
“Bu yaprak geçen sene parkın girişinde yer alan bir ağaca aitti. Her an devrilme tehlikesi olduğu için kesmeye karar vermişlerdi. Gövdesi hala girişte duruyor.” dedim ve başımla girişi işaret ettim.
Birkaç saniyelik sessizliği, yapıştırdığım ufacık deniz kabuklarının olduğu sayfaya geldiğimde bozan yine ben oldum:
“Bu deniz kabuğunu ufak bir kız çocuğu vermişti. Buraya onlardan toplamaya gelmiş. Sanırım kulağını birine dayayıp denizin sesini dinlemek istiyordu. Bana verdiği kulağıma dayayacak kadar büyük değil ama hatırlıyorum da, kocaman bir tane bulmuştu. Kulağına tuttuğunda sanki sadece denizin sesini değil de, deniz kabuğunun içine saklanmış sesleri duyduğunu söylemişti. Bir de annesininkini. Annesinin sesinin kabuğun içinden değil de arkasından geldiğini anlaması biraz vakit almıştı.”
Bu anı hep hoşuma gitmişti. Ufak çocuğun yüzündeki heyecan gözümden pek gitmezdi. Sonraları onu bir daha buralarda da görmemiştim. Anının güzelliği bende bir tebessüm oluşturdu, sayfaya o tebessümle bakarken yanımda oturan adamın başını yavaşça bana doğru döndürüp anlattığım hikayeyi o da eğlenceli bulmuş bir şekilde sakince gülümsediğini gördüm.
“Deniz kabuğunun içerisine saklanmış sesler demek.” dedi. “İlginç.”
“Çok masumane değil mi? Ama gerçek olduğunu düşünsenize.” diye karşılık verdim. Hem yabancının karşılık vermesinin hem de küçük kızın ürettiği düşüncenin getirdiği hafif bir heyecan vardı sesimde. “Yüzyıllar önce yaşamış insanların sözlerini kabuklarda duymak çok şaşırtıcı olmaz mıydı?”
“Sanki doğa bu sesleri bize hiç geri getirmiyormuş gibi konuşuyorsun.” dedi yanımdaki adam. Sesinde benim bilmediğim bir şeyi bilmenin verdiği ciddiyet vardı. Bu beni de ciddileştirdi. Cevap vermeden önce biraz bekledim, sonra da “Burada o sesi mi dinliyorsunuz?” diye sordum.
“Evet, ama bugün pek konuşmadı. Sadece birkaç kelime.”
“Kim getirdi peki bu kelimeleri? Cebinizde gelmediğine eminim.” diye ekledim biraz küstahça.
Buna pek aldırmamış gözüküyordu. Ayağa kalktı, başını öne doğru eğerek beni selamladı. Buna ufak bir gülümseme eşlik etti. Denizden esen rüzgarın hepsini içine çekmek istercesine bir nefes aldı. “Rüzgarı dinle.” dedi. “O getiriyor bana kelimeleri.”
Dikkatimi rüzgara doğru çevirdim ama ufak uğultusu denizin dalgaları arasında kayboluyordu. Yabancının yavaşça uzaklaşmasını izledim. Garip birisi olduğunu düşünüp defterime odaklandım. Papatyayı deftere yapıştırdıktan sonra kendi kendime biraz mırıldandım, yabancı hakkında biraz not alıp konuşmamızı hatırlayacağımdan emin olmak istedim. Yarım saat kadar bankta oturduktan sonra kalkmak için hareketlendim. Rüzgar esince yabancının dediklerini bir kez daha düşündüm. Rüzgar kelimeleri nasıl taşıyabilirdi ki? Düşüncelere dalmışken biraz bıkkınlıkla nefes verdim ve “Karşılaşırsak sorarım.” diyerek fısıldayıp evin yolunu tuttum.
Sonraki haftalarda yaptığım gezilerde yabancıyı görmedim. Banka hala gidiyor, biraz oturuyor, her zaman yaptıklarımı yapıyordum. Bazen birkaç genç insanı orada oturuyor bulsam da karşılaştığım yabancıdan pek eser yoktu.
Baharın ilk ayının bankta usulca geçmesini izledim. Yeşillikler daha da çiçeklendi, karahindiba ve erguvanlar da baş göstermeye başladı. Yabancıyla olan karşılaşmamız her rüzgar estiğinde aklıma gelirdi.
Yaz ayları gelmişti. Bu mevsimin sıcaklığını hep sıkıcı bulduğum için ziyaretlerimi yazları genelde kısa tutardım. Öğleni biraz geçtikten sonra bankın yolunu tuttum. Şans işte, orada oturuyor ve tüm dikkatini orada olmayan bir şeye vermiş halde tedirgin bir ifadeyle oturuyordu. Bankın yanında yerimi aldım ama bu sefer konuşarak içinde bulunduğu meditasyonu bölmek istemedim. Birkaç saat geçmişti sanırım. İlk geldiğimde fark etmiş olduğunu düşündüğüm varlığıma doğru bakarak “Karşılaştık işte, ne soracaktın?” dedi.
Soruyu anlamam biraz uzun sürdü ve bu süreçte mimiklerimi kontrol edemediğim için şaşkınlığım ortadaydı sanırım. Önüne doğru gülerek döndü, “Konuştuğumuzda sesimiz enerjileri boyunca evrende yol alır. Zamanla yavaşlar ve durur. Ama kaybolmazlar pek. Sadece hareketsiz bir şekilde asılı kalırlar havada. Düşün: ya bu hareketsiz noktalar tekrardan bir güç kazanırlarsa ne olur? Yeniden seslere dönüşmezler mi? Benim rüzgarda aradığım şey bu. Havada asılı kalmış sesleri bana geri getirir diye dinliyorum onu. Bazen bir şeyler yakalıyorum, bir çocuk sesi, bir kuşun çığlığı. Bazen de kısa cümleler.”
“Benimki gibi mi?”
“Evet.” diye karşılık verdi. “Bana ne soracaktın bakalım?” diye ekledi.
Biraz düşündüm, aylar önce aklıma gelen soruyu aradım. Aynı soruyu bulup bulamadığıma emin değildim ama en doğru olduğunu düşündüğüm soruyu sordum. “Neden bu sesleri duymak istiyorsun?”
Soru biraz canını sıkmıştı aslında ama kendini cevap vermeye borçlu hissediyor olmalıydı. Birkaç nefes aldı sonrasında “Belirli birisinin sesini arıyorum aralarında.” dedi.
“Gidip o kişiyi bulup konuşabilirsin.”
“Artık konuşamam. Onun sesi artık bu karmaşık evrende diğer tüm seslerin arasına karışmış bir halde duruyor sadece. Yapabileceğim tek şey rüzgarı dinleyip onun sesinin geri gelmesini ummak.” diye ekledi.
Düşüncesini anlıyordum ama yine de eklemeden duramadım. “Duymaya çalıştığın sesler aslında görevlerini tamamlamışlar mı?” diye sormam onu biraz şaşırttı. Ne demek istediğimi biraz daha açıklamam gerekti. “O sesler söylendikleri anda görevlerini artık tamamlamışlardır. Dikkatlice dinlediğinde geri gelmeleri neyi sağlar ki?” diyerek sorumu daha açık hale getirmeye çalıştım.
Düşüncelerinden sıyrılıp “Özlem giderebilir.” dedi. “Bir daha asla duyamayacağın şeyleri hatırlamanı, buralardan sıyrılıp gitmeden önce bir kez daha o bir zamanki hislerini tekrar yaşamanı sağlayabilir.” dedi. Sakince birkaç nefes aldı. Söyleyeceklerinin bitmediğini anlamıştım. “Dikkatlice dinliyorum, çünkü bazı şeyler iki kere olmuyor.” dedi.
Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. “Bunu”, diye söze başladım, “ne kadar anlasam da, dedikleriniz deniz kabukları toplayan küçük kızın düşüncesinden daha da naif.” dedim. “Söylenmişleri tekrardan duymaya çalışmaktansa söylenenlere neden odaklanmıyorsun?” diye sordum. Sorumun onu çok da etkilemediği belliydi. Onu tam anlamadığımı düşünerek kafasını iki yana sallamak üzereydi ki defterimi açıp sözlerime devam ettim. “Son 15 senede yaşadığım tüm baharlarda açan ilk ve en güzel papatyalar burada. En güzeli belki şu, belki de bu. Ama bu bahar gelmeden, en güzelinin hangisi olduğunu bilemem. Belki daha güzelini bulacağım belki daha büyüğünü, daha sarısını, daha beyazını. Ama her baharda, o sene açacak papatyanın şimdiye kadarkilerin en iyisi olacağını umuyorum.”
“Peki önümüzdeki bahar hiç papatya açmazsa? O zaman kendini bu küçük defterine dönüp topladığın papatyalara bakarken bulmayacak mısın?” diye sordu bana. Cevabını vermeye çok hazırlıklı olduğum söylenemezdi.
“Bulurum belki.” dedim. “Ama bu yine de başka çiçekleri sevmeme engel olmazdı.” diye ekledim.
Yabancı gözlerini benden ayırıp denize doğru baktı. “Belki de haklısındır.” dedi. “Ama hiçbir yıl da papatyasız kalmadın, değil mi?” diye sordu. “Onların hayatında olmadığının nasıl hissettirdiğini bilmeden sevgini yönlendirmeyi vaat etmemelisin.” dedi.
“Belki de haklısındır” diyerek onu kopyaladım. Sonrasında ise yüzümdeki hafif şımarıklıkla parkı gösterdim. “Ama yazın ortasındayız artık baksana…”
“Bu baharın papatyaları zaten soldu.”